15 Aralık 2019 Pazar

artık bazı şeyleri kimseyle konuşmuyorum. ali'yle bile. benimle gelen, bende büyüyen, içime işleyen, beni hiç bırakmayan bir yoksunluk duygusunu artık paylaşabileceğim kelimelerim bitti. kabullendim.
ve şimdi görüyorum ki, evrildim.

hâlâ herşeyi özlüyorum. hiç gelmeyecek olan geliyor kafamın içine yerleşiyor. bugün akşam sohbet arasında aklıma mutfak balkonu geldi. annem yağlama yaparken hamurları bir ters bir düz döndermeyi özledim. o sofrayı hazırlarken aşağı bakmayı. geçen arabaları izlemeyi. pencerenin buğusuna ismimi yazmayı. ya da salak kado yazmayı.

gerçekten mutluyum. beni de üzen bu. yıllardır yoksunluğunun nerden geldiğini bilmediğim bir sevgisizlikle uğraşıyorum. geçenlerde bir aile fotoğrafı attı arkadaşım. babasıyla arasının hiç iyi olmadığını söylüyordu yıllardır. babasına sarılmıştı fotoğrafta. bir fotoğrafa ne kadar uzun bakılırsa o kadar uzun baktım. dedim ki, dağ dağa kavuşur, tüm çocuklar babalarına sarılır, öper bile hatta, dünyanın tüm nehirleri akar, anneler doğurur, gelmeyecek olan gelir, küsler barışır, silahlar bırakılır, ölüler dirilir.
ama benim babam hiç olmaz.
benim babam hiç gelmez.

geri gelmeyecek şeyleri hatırlamanın bendeki ıstırabını biliyorum. çekiyorum da. ama hiç olmamış, olamamış bir şeyin yoksunluğunu çekemiyorum artık. önceden bu beni ağlatırdı, kahrederdi, kustururdu, kaçırırdı. mahvederdi. şimdi tek bir kelime bile ettirmiyor. konuşturmuyor. belki o da evrildi, başka şekilde karşıma çıkıyor. hiç bilmiyorum hiç anlamıyorum.

yatağa uzanıyorum. istiyorum ki üstüme yorganı çekince her şey bitsin. hiç gelmeyecek olan geliyor, yuva yapıyor. oyuk. demiştim.

tekrar tekrar yazmak istiyorum. herkesten ve her şeyden çok uzaktayım.

kendime çok ağırım.

o dağın sırtındaki yara benim.



22 Kasım 2019 Cuma

saudade



küçükken gözlerim çok hassastı. annem beni dizlerine yatırıp gözlerime çay basardı. gözümün üstündeki sıcaklıkla, belki de biraz acıyla uykuya dalardım.
iki sene önce, kalbimdeki acıyla annemin dizlerine yattım. aynı his. aynı sıcaklık. bacaklarım uzamış, kalbim hâlâ ellerim gibi küçücük. çayın sıcaklığı gözyaşlarıma karışıyor. yanağımdan boynuma süzülüyor, gıdıklanıyorum. burnum sızlıyor. uyumak için çok büyümüşüm.

annemden ve her şeyden çok uzaktayım. artık annemin bile çare olamayacağını biliyorum. çünkü, çünkü, çünkü. bir kere evden çıkan bir daha evine giremez-miş. bunu bilmek artık beni çok üzüyor. çünkü evrildim. uzağı, yolları ve yılları, belki dağları, daha çok sevdim.
artık bir şeyleri anlatamıyorum, çünkü çok üzülüyorum. bazı şeyleri karşılayacak cümlelerim kalmadı. bir şarkının omzuna yaslanıp iki senedir ağlıyorum. geçen sene ocak ayı, kış burda yağmurlu, içimde o gençliğin verdiği yakıcı huzur, heyecan belki de, ambulansta "ben ölmek istemiyorum çok mutluyum" diye ağlamam belki de. damarlarımda dolaşan bu şarkıydı yemin edebilirim. 

bugün, trabzon'da yolda, gökyüzü turuncuyken, bir şey oldu. artık orada olmayan bir şeyi özlemenin ani ıstırabı, insanın aniden elinden düşen bir kavanozun paramparça olması gibi. anlamsız. birdenbire.

yakıcı bir mutluluk.

annemin dizleri. sahil. merdivenler, koşa koşa inmeler. beklemeler. deniz. ajandamın 139. sayfası. yazgımı sevdim mi. yol, uyku. pencere. elleri, gözler. hâlâ insanların üzüntüsü enselerinden anlıyorum. ne garip, ensemi göremiyorum, ağlamak istiyorum.

rize'de mutfakta kahve yaparken ece bu müziği açtı yine. ona dedim ki, kötü anıların yerine iyi anıları koymayı başarıyorsun.
çünkü çok istiyorum.

artık kafam çok karışık, yazamıyorum. 
önümde geçen sene kime yazdığımı bile
bilmediğim bir kağıt. şöyle yazıyor. "uykuya dalıp gitsem bile bırakıp gitme beni."

n'olur, her kimsen, uykuya dalıp gitsem bile, bırakıp gitme beni.

14 Ağustos 2019 Çarşamba


ellerim yastığımın altında çoktan uyumuş olmayı dilerdim ama büyük bir sancıyla yazıyorum.

gözlerimi kapatıyorum, ellerim çok küçük, mutlu yaz yokmuş. insan hani bilmediğinin düşmanıydı. bilmediğime sarılıyorum. öpüyorum onu. bazı günleri ve cümleleri tamamlayamıyorum. bana yaşamam için sadece on iki gün verselerdi sadece uyurdum. çünkü dünyada olmak çok acıymış, öğrendim. öğrendim bu dünya yanında oturan annene bile yabancı ediyormuş seni. acıymış çünkü aylar geçtikten sonra bile, hatta yıllar, bir araba yolculuğunda aklına hiç gelmeyecek olan geliyormuş. meğer yuva bile kuruyormuş. bir oyuk. bazı anları yaşamıyorum. zamandan ve mekandan kopuyorum sanki. bardağa uzanırken elim titriyor. pencere, ıhlamur, kuan, beklemeler, ceket, sahil. su sızlıyor.
artık merdivenleri koşa koşa inecek inancım kalmadı. çok üzülüyorum. bağırmak istiyorum. allah'ım bayram gelmiş sen bizim evimizi unuttun mu diye. balkonun en ucuna geçiyorum, başımın ağrısı hem dişlerime hem dizlerime vuruyor. o da beni düşünüyor mudur? bunları geçtim. ihtimaller üzerine yazmak istemiyorum artık. bir atın boynuna sarılıp ağlamaya o kadar ihtiyacım var ki. bugün arabada elim dayımın ismine gitti. aramadım ama. arasam çok ağlayacaktım belki de. insan çok özledim diyip hiç bir şey demeden saatlerce ağlamak istiyor. ve insan nereye gitse oraya alışıyor. bir ay sonra burdan nasıl ayrılacağım? içimdeki bu kimsesizlik hissiyle ne yapacağım. hiçbir ev beni içine almıyor. kendi evim bile. her şeyin uzağındayım. kendimi bir şeye adamak, kurban etmek istiyorum. su gibi, bırakmak istiyorum. akmak. salınmak, süzülmek. elimde ablamla olan fotoğrafımıza bakıyorum. bir çocuğun gözleri neden böyle üzgün olabilir. hüseyni makamıyla  ağlamak istiyorum. kendimi tanıyamıyorum bile artık. kendimin en keskin bıçağıyım. söz geçiremiyorum kendime. gerçekten sevilmek istiyorum ama birinin beni gerçekten sevebileceğine inanmıyorum. annem beni üzgün doğurmuş kim beni sevebilir. niye yazıyorum. ne düzelecek. ne iyi gelecek. şimdi elimde bir silah olsaydı  vururdum kendimi. ama elimde kırmızı bir kitap. şöyle yazıyor.

insan küstüm zannediyor, küstürdüğünü bilemiyor.

13 Şubat 2019 Çarşamba

kendime ağıt.


masa lambasını açtım, kitapları masaya koydum, kalemleri dizdim, en sevdiğim yeşildi. duvarın köşesinde bir dua asılıydı. amin dedim. yatağa yattım sonra. üstümde bana bol gelen boğazlı kazak. ben bu boğazlı kazakların içinde hiç nefes alamadım. annem yan odada öylece uyurken gidip karanlıkta onu izledim. yanağımdan yaşlar süzüldü üç kere sildim sıcaklığı geçmedi. mutfağa gittim kapıyı kapatıp pencereyi açtım. yedinci kattan hızla geçip giden arabalara baktım. atlamak istedim. annem çok üzülürdü yapamadım. benim babam öldü ben cenazesine gidemedim. salıncakta sallandım gözyaşlarım yere hiç düşmedi. radyolar bir şehri unutmamayı öğretir ben hiç hatırlayamadım. mektupları okudum, fotoğraflara baktım, annemin gözlerinde çocukluğumu aradım. gözkapaklarım soyuldu pencerelerim kırıldı ben ağzımı açıp gel diyemedim. ağlayarak uyandığım her gece annemi aradım. annemin ağzı yara olmuş bana hiç söyleyememiş. ben kimsenin çiçeği olamadım. dikenleri kendine batan bir gül oldum baykuşunu unutmuş. musluk açıkken bir şeyler anlatıldı suyun sızladığını düşünüp öylece ağladım. dayım elime silah verdi rahatla diye ben kafama sıkacaktım kalbim artık sussun diye. dayımın dizine sarıldım nolur beni artık öldür diye. bu kitabı okudun mu denildi şu su senin mi denildi ellerin niye böyle küçük denildi, biz eski aslı'yı çok özledik denildi ben kulaklarıma delikler açmak istedim kalbimdeki gibi. kimsesizliği yeni öğrenmiyordum ben, ya da yalnızlığı, yalnız olmayı, yalnız kalmayı, sadece içimdeki çocuğun yanağına tokat atıldı. kapı kapandı, ekmek parasıyla sigara alınması beklendi, o hiç uykusunda izlenmedi, onu uyurken kimse öpmedi. salavat getirip peygamber sıkıntısıyla uyuduğum gecelerde kirpiklerini düşündüm acaba onlar da benim gibi yorgun mudur diye. düz yolda giderken düştüğünü sanıp dizlerimi açtım kanamış mı diye. karnıma kramplar girdi yorgan üstüne kısa geldiyse diye. kırmızı ışıkta beklerken düşündüm aklına ben geldim mi diye. annemden sakladığım gözyaşlarımda seni düşündüm yüzünü nasıl yıkayabiliyorsun diye. soğanları küp küp doğrayıp soğuk suda yüzümü yıkadım sen orda ceketinin düğmesini ilikleyebil diye.

ama nasıl.

beni kendi evimde evsiz hissettirdin.
sen şerefsiz miydin ben hiç bilemedim. sen bir gece vakti bana açık mezar aratan değil miydin.

30 Ocak 2019 Çarşamba

eve dönüş


akşam ablama gittik. eskilerden açıldı konu. annem anlatırken gülmekten ağladı. beş yaşlarındayken annemi sürekli "ben intihar edicem" diye tehdit ediyormuşum. annem de bir gün dayanamamış beni ayaklarımdan tutup merdiven boşluğundan sallandırmış. :) akıllanmışım tabii. sonra ablamla bir gün balkonda baloncuk yaparken deterjanlı suyu içmişim. ağlamışım filan. bir sürü bir şeyler anlatıp hem güldük hem ağladık.
eskilerden konuşmayı çok seviyorum. çok fırsatım da olmuyor da açıkçası. insan çocukluğunu unutmamalı bence. ben bazen unutuyorum. insan olduğumu unutuyorum. annemgil anlattıkça kendimi o kadar özlemişim ki. bir insan kendine neden bunu yapar ki.
annem o eski evde, evlendiği ilk yıllarda yaşadıklarını da anlattı. bir kadın olarak, annesinden babasından ayrı bir kız çocuğu olarak, annem olarak, o kadar zulüme uğramış ki. ben dinlerken başıma ağrılar saplanıyor. babaannemin ona yaptığı zulümleri anlatırken boğazını tutuyor. kaç gece nefes alamadım diyor. annemin sınavı hep başka şeyler oldu. değişti hep ama hiç bitmedi. aklımda hep şu söz:
"annenin bahtı kızına çeyiz olurmuş."

annem kadar güçlü müyüm bilmiyorum ama artık bir babam yok. aklıma bir söz daha geldi. "yüreğim ıslaktır benim kuytularda ağlamaktan ve hafif uçuktur rengi kurusun diye kaç kez güneşe asılmaktan."

hayatım bir kitap olsaydı ismini eve dönüş koyardım sanırım. eve dönüş yolları hep biraz hüzünlüdür.

şimdi ben biraz uyuyacağım, belki biraz ağlarım, müzik yine çok güzel, allah'ım sen çoraplarıyla uyuyanların da rabbisin.