13 Ekim 2020 Salı

bu yazı hiç yazılmadı

çaydanlığın içindeki su bitmiş. ocak nasıl kapanır bilmiyorum. kulpu yanıyor.

bir halat arıyorum. ya da bir silah. ayaklarımda çorap yok. çekmeceleri karıştırıyorum. beyaz bir atlet var üstümde. ince askılı. kenarlarında minik papatyalar. saçlarımda lastik tokalar. pembe, mor, mavi, yeşil, sarı. teyzem parmaklarıma oje sürmüş sabahından. babam görürse diye arkama saklıyorum. ellerimi kullanmadan sürüne sürüne silah arıyorum. ya da bir halat. aklıma çok sonradan geliyor atlamak. aşağı bakıyorum. saat dört. balkonun zemini canımı yakıyor. oysaki aylardan ağustos. ona kadar saymaya çalışıyorum. 

bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi.

ama yok. yedide takılı kalıyorum hep. rüzgar çok hafif esiyor. bebek saçlarım savruluyor. hiç öpülmediklerinden belki, arsızlar. tekrar ediyorum. son kez. kirpiklerim üşüyor.


bir, ki, üç, dört, beş, altı. 


kollarımdan alıyor beni, ellerim kucağına, başına, gözlerine, saçlarına değiyor. o derin bir ırmak, şelale. halat ya da bir silah. bebek saçlarım susmuş, rüzgar bizi dinliyor. gözlerim cam gibi, kırıldı kırılacak.biri gelip kollarımı kesse içinden diken çıkacak gibi, ama sarıyor onu, ellerimi boynuna koyuyor. burnumu ısıtıyorum boynunda. boynunu kessem şefkat akacak. öpuyorum onu.


yedi diyor.


yedi.



uyanıyorum. aradan on dört yıl geçmiş gibi üzülüyorum. 


arıyorum. bir halat. bir silah.


başıma gelenler 

zaten önceden bildiklerimdir


yedi yaşındaymışım gibi üzülüyorum. yedi yaşındaymışım gibi seviyorum.


20 Ağustos 2020 Perşembe

dut






yıllar önceydi, çocukluğumun geçtiği binada bir yaz akşamı kamelyada oturuyorduk. çocukluğun ve belki de yaz akşamlarının verdiği o yakıcı huzurla annemgilin yanından ayrılıp dut ağacımla konuşmaya gitmiştim. binanın önündeki ağacın üstünde oturup bir yandan dut yiyor, bir yandan da kaderi düşünüyordum. bu ağaçtan düşersem babam üzülür mü diyorum, ölürsem eğer annem çok ağlar mı, beni unutup kardeş yaparlar mı, şu ağaçtan düşersem eğer bana bir tokat atar mı babam, ölsem daha iyi. yıllarca o tokatın ıslattığı gözyaşlarının tadını unutamam. biliyorum.

bir ses. bir telaş. bir kan. bir gözyaşı.

bir motorun gelip dut ağacıma çarptığını, onun dallarını kırdığını, benim çok yüksekten hafif bir taş gibi düştüğümü, adamın kanlarını, benim göz yaşlarımı,  annemin çığlığını, ambulansın sesini, ölecek mi diye ağlayışlarımı, huzursuz kalabalığı, o gece kirli sepetinde babamın krem pantolonunun kıpkırmızı kan oluşunu, keşke benim kanım olsaydı deyişimi, ama hep içimden dediğimi, aylar sonra yakar top oynarken bir adamın gelip ağacıma yaslı motorunu aldığını, geçmiş olsun dutu verdiğimi, hiç gitmesini istemediğimi, bana şefkatle hoşçakal deyişini, bir yaz akşamı, yıllar geçmişken, elimde bendirle balkonda türkü söylerken, içimde yine aynı hislerle oyuk açtığını yazmak istedim.

gözyaşlarım şimdi babamın pantolonundaki kan gibi sıcak akıyor, biliyorum. dün bu balkonda yanımda dostlarım varken bir şey oldu. dut ağacından düştüm sanki.

bir ses. bir telaş. bir kan. bir gözyaşı.

balkona koştuk, yolun ortasında bir adam. çöp arabası yolun kenarına uçmuş. plastik şişeler, kartonlar, kağıtlar, her yerde. içim öyle küçüldü, öyle küçüldü ki nefes alamadım. kollarım küçüldü, ellerim kalbim gibi oldu. dut ağacından düştüğüm o geceye döndüm. tüm kanla yatan adamların üzüntüsünü aldım boynuma. oysaki biraz önce o masada bir sene sonraki kendimize mektup yazıyorduk. bir dakika sonraya çıkacağımız kesin değilken. artık hiçbir şeyin bana yük olmasını istemiyorum diyordum. kaderi biraz olsun unutabilmek adına.

ama işte, yine yine yine. yaram ben doğmadan önce de vardı, ben onu korumak için doğdum.
bu gece burak bu türküyü atmasaydı belki de bu yazının başına geçmeyecektim. bir ezgi beni nerelere götürdü.

şimdi saçlarım omuzlarımı aşıyor, dut ağacım benden uzakta değil ama öyle uzağız ki. beni artık dallarına almaz. sarılmaz bana. babam herkesi yerden kaldırır, kanlarını temizler. ama benim boynumu görmez. sesimi duymaz.


insan yek katre-i hunest ve hezar endişe, demişti şeyh sadi şirazi. öyle bir hal ki bu. beni kendime öyle hasret bıraktı ki.
içim küçüldü. dut gibi oldu içim. 



23 Temmuz 2020 Perşembe

ölmeye yatmak


balkon demirlerinden sallanıp allah'ım nolur öldür onu diye boğazımın yırtıldığı günler geçti, sabah ezanıyla annemi terk ettiğim günler geçti, yüksek dağlara çıkıp iç sıkıntımı bir küfür gibi bağıramadığım günler geçti, aynı evin içinde kimseyi görmediğim günler geçti, onun su içtiği bardakları çöpe atıp aldığı pirinci pilav yapmadığım günler geçti, çocuklarım için diyen annemin sevgiye muhtacım diye karşımda ağladığı günler geçti, kimlik numaramı unutup eczanede ağladığım günler geçti, kim bana rahmini açacak diye uyumadığım geceler geçti, gece dörtte ambulans yolu beklediğim günler geçti, bir bardak suyla iftar yapılan karakollar, hastaneler geçti, her sabah yedi'de kalkıp annemin gözyaşlarını temizleyip tektar uyumaklar geçti, çekmecede sigara saklamalar geçti, bütün fotoğraflarda onun yüzünü kesip sonra zorla tekrar yapıştırmaklar geçti.

bu gece bisiklette takla attım. bacaklarım kanadı. su çarptım üç kere. üç kere sızladı kalbim. üç araba geçti yanımdan kimse durmadı. aynı hayat gibi. herkes gördü ama kimse ortak olmadı. kalktım. pantolonum yırtılmış. annemin bana aldığı son pantolondu. yırtılmış.

annemin bana aldığı son pantolon yırtılmış.

ben şiddeti, ezikliği, dışlanmayı, katliamı, kaybı, hakareti, tiksintiyi, zulmü, azabı, her şeyi gördüm. ama annemin bana aldığı pantolon yırtıldı. buna dayanamıyorum. benim kimsem yok çünkü. çünkü benim annem de yok. bana rahmini tekrar açacak bir annem bile yok. dizlerime üfleyecek gözlerimi öpecek kimsem yok. hepinizin babası var belki ama benim yok. ölen babalar bile var. ama benim hiç yok.

içim kuru üzüm gibi oldu. burul burul oldu içim. ben nereye gitsem babasızlığımla dönüyorum. asfaltın keskinliğinden daha sert. dizlerim şimdi çok acıyor. bu gece her şey çok zoruma gitti. dayanamıyorum. yarın iş var. kızlarının elinden tutmuş babalar göreceğim. kinimi unutmayacağım. o arabalardan biri de babamdı. unutmayacağım.

içime işlemiş, benimle gelen, benimle büyüyen sızı geçmedi. geçmiyor. bunu taşıyacak tabut yok.

11 Nisan 2020 Cumartesi

kendime ağıt.


kelimeleri yan yana getirdim.
gözyaşlarını, ablamı, güzel kirpiklerini, ne çabuk ağlayabildiğini, mutfak masasını, bıçağı nasıl tuttuğumu, boğazımdaki çalılıkları, uykusunda ağladığını bildiğim bir babanın kaşlarını çatsa- hatta gülse bile utangaç bir çirkinliğe dönüştüğünü, saçlarımı en tepeden sıkıca bağlayınca artık hiçbir şeyin düzelmeyeceğini, boğuk yaz günlerini,  evlerine ekmek parasıyla gidemeyen adamların ürkek duruşlarını, sevap için yapılan hayratlarda kaç kez ağlamaktan kustuğumu, mesai bitimine on dakika kala annemin gözlerini, dedeme kollarımı açamayışımı, öfkenin soğuduğunu, kırgınlığın da bir yere kadar olduğunu, kanepede kırışık uzun pardesüsüyle oturan bir babanın dizlerine uzanmanın nasıl bir his olduğunu, oysaki hiç yaşamadığımı, hatıralarda küçüldüğümü, trabzon'da yokuşu arabayla tırmanırken ellerimin bir hain yumuşaklığa kandırıldığını, oysaki tek isteğimin şefkat oluşunu, güçsüz kaldığım gecelerde çorapla uyuduğumu, sabah ezanını dinlerken ölmek istediğimi, oysaki kardeşimin yanaklarının ne güzel olduğunu, ben olmazsam onu karşıdan karşıya kimin geçireceğini, evin içindeyken evsiz kalışımı, birbirine dönük iki sırttan nasıl doğduğumu, sesleri gülen kahvaltı masalarını, ballı sütleri, kendimle arama harap bir perde girdiğini, gelen bir mesajın tebessümünü, (insan silahını bilinçli bir şekilde bırakmaz aslı, sen silahını bıraktın ve karşındakilerden de bunu bekledin.) kızıp ortalığı yakıp yıkmam mı gerektiğini, oysaki bir tebessümle ölmeyi de öldürmeyi de hiç bilmediğinizi, nelerde teselli bulduğumuzu, oyukları, yakutları, gazelleri, mevsimlerin insana yaptığı fenalıkları, mutfakta kalan son zeytini çocuğuna ayıran anneyi, ellerini, ellerimi, güçlü durmam için girdiğim hastane odasında ablamın serumundan bana da veren hemşireyi, bembeyaz teniyle gülümseyen ablamın annemin bizi bu hastanede dünyaya getirdi demesini, ağlayışımızı, edebiyatın bizi kurtarmadığını, artık yutkunmak zorunda olduğum şeyleri, uykumda bırakıldığımı, hem de uyurken bırakıldığımı, ağladığımı, çok ağladığımı, hem de ağlarken annem gibi güzel olmadığımı yazdım.

yazdım ama sildim sonra. çünkü:

"hiçbir şey söylemeyen sözlere varmak için, her şeyin sonuna kadar söylenmesi gerekti."

2 Şubat 2020 Pazar

keşke her şey böyle olmasaydı.

şekilleri kafamın içinden bile karışık olan halıya uzanıyorum. zemin canımı acıtıyor. tüm bu olanlar daha farklı olabilirdi diye geçiriyorum içimden. daha farklı olabilirdi.

aslında uyumalıyım ama bunları gece yazmasam bir daha hiç yazmayabilirim.

dün sabah hatice'nin evinde uyanırken neredeyse ağlayacaktım. bıktım çünkü rüyalarımdan. boğuştum kendimle. tüm gerçekler beni boğuyor. kabusun ortasında "bu çok kötü oldu. çok kötü oldu bu. şimdi bununla nasıl baş edeceğim, unutmam çok zor olacak." diye düşünüyorum. rüyada bile bunları düşünmek o kadar yorucu ki. hem de misafir yatağında, yanında yıllardır görüştüğün dostların varken, hepsi mutlu uyurken, sen orada bir şeylerin gerçekliğiyle boğuşurken çok zor her şey. çok incitici.

ne yani ben şimdi sana hiç sarılamayacak mıyım, diye sordum dedeme. kansere yakalanmış birine ne söylenmeyecekse onu söyledim aptal gibi.

bir şeyleri geriye alabilmeyi çok istiyorum. her şey daha farklı olabilirdi diye bağırarak ağlamak istiyorum. kendimi kaybediyorum. isteklerimi. mücadelemi. nedeni, niçini, nasılı. hatice dün annesine sarıldı, öptü onu. yanaklarını sıktı. bazı duvarlar hiçbir zaman yıkılmıyor diye geçirdim içimden. o kadar uzak kaldım ki annemden. kendi evimin içinde deplasmanda gibiyim. annemin dizleri bana öyle uzak ki, ağlayarak bile kapatamam ben o mesafeyi.


hayat çok garip. çok güzel aslında. arkadaşlar filan. gülüşmeler. dostlarımın hepsi çok değerli. anlaşılmak, uzanabilmek.

ali'ye ballı sütün acıyı hafifletmesiyle bir ilgisi olduğunu söyledim. annem arabada yokuş aşağı inerken üzülmüyorsun di mi artık diye sordu.


birini sevmek içinde bir çok şey barındırıyor. ben zannettim ki birini seversem, onun kulaklarını ellerimle ısıtmaya çalışırsam, anlarsam onu, inanırsam, sandım ki babamı affederim. ama böyle olmadı. birini sevmem bir yaprağı bile yerinden oynatmadı. kimseyi suya kavuşturmadı. savaşları durdurmadı. dedim ya, keşke her şey böyle olmasaydı.

şimdi ben hangi dizeye başımı koyup ağlayabilirim ki. hangi dize benim saçlarımı öpebilir ki.

sevmeye, sevilmeye, anlaşılmaya, öpülmeye, şefkate, merhamete, köpek gibi ihtiyacım var. hayatımın hiçbir döneminde böyle hissetmemiştim. tekele terlikle gitmek gibi bir utanç var içimde. gerçekten kaldı bu yaşamak suçu içimde.


"zalimin rişte-i ikbalini bin ah bile bazen
kesmiyor, gördün işte, delik deşiğim ben."

keşke her şey böyle olmasaydı.


21 Ocak 2020 Salı

nazmi'nin ağıtı


ben küçükken, adını bilmediğim soluk yeşil bir arabamız vardı. arka koltuğunda koyun yünü seriliydi. babamın müzikleri çalardı hep. çocukluk zamanlarının verdiği yalnızlık duygusundan belki, belki kışları bizim oraların çok soğuk olmasından, ya da annemin beni üzgün doğurmasından, bilmiyorum. üzgün müzikleri hep hafızamda tutarım.

kuruköprü yolu, nazmi kim, babaannem ölmeseydi daha mutlu olur muyduk, babamın teni ne kadar beyaz ama gözleri hangi renk bilmiyorum, annemin yüzü ne zaman gülecek, ablam benim gibi üzgün şeyler düşünüyor mu, hayatın bana verdiği yük ne, şurda ölsem bana da ağıt yakarlar mı, kötü ibo kim.

pazar günü babam beni samsun'a götürdü. yola çıkmak, yolda olmak, sadece varmak isteyenlerin işi.
benim bir yere varmak gibi bir  isteğim yoktu, sadece iyileşmek istedim. belki son kez.

babamın kolları bana battı. her zaman böyle oluyor. diken gibi. tünellerden geçerken bana dürüst olmaktan filan bahsetti. hayat bir kere bile yüzüne gülmemiş filan. camı açtım, kaçak sigara almış.

niye anlatıyorum bunları?

dönüşte telefonumu bağlayıp nazmi'nin ağıtını açtım. sadece merak ettim hatırlayacak mı diye. izledim onu. gözleri doldu. nerden buldun bunu gibi bir sürü soru sordu. heyecanlandı. daha geçen gün rüyasında görmüş bu ağıtı aramış günlerce bulamamış. ona dedim ki, asıl sen nerden buldun bunu yıllar önce. kasetçi ercan vermiş.

bir gün benim de ismim bir ağıtta geçse babam dinler mi merak ettim. keşke dedim hemen ölsem.

neden yazıyorum.

benden yazmamı istiyorlar. ama kimse kusarken saçlarımı tutmuyor. kimse yardımcı olmuyor. geçen gün sena telefonda ağladı bana. nazım kimseye geçmiyor diye. dedim nazın bana geçsin.
benim nazım kime geçecek peki diyemedim.

herkesin payına olgun meyve düşerken bana taş düştü gökten. inandığım allah bile bana sırtını döndü sanki. benim payıma merdiven boşlukları filan düştü. zeytinin karası iğnenin ucu düştü.

keşke kendimi öldürecek gücü bulabilsem.

artık içim soğumuyor. öfkemi alamıyorum. yaşadığım günler hayatımdan gün eksiltiyor. son noktaya gelmiş gibiyim.

sabah gün doğmadan uyanıp kendimi meletten bırakmaya gittim. şimdi bu yazıyı hastaneden yazıyorum. biliyorum ki kendimi öldürecek gücü hiçbir zaman bulamayacağım tıpkı yaşamaya bulamadığım gibi.

köyün kuşları nazmi öldü diye niye seviniyor sormak istedim kasetçi ercan'a.

artık beni görmek isteyenler bilsinler ki, gözlerim kan kokuyor.