19 Kasım 2024 Salı


kavakta son yazım, içtiğim sudan yürüdüğüm kaldırıma kadar her şey sondan bahsediyor. bir iz bırakmak istiyorum. ne olursa. bir iz. bardakları dolaba yerleştiriyorum, pedalın ucuna bir bez bağlıyorum, masadaki çiçeklere su vermedim. beraber solmak istiyorum. 


kavakta son yazım, geçen gece bir adam gecenin kör karanlığında bavul taşıdı arabasına. benim evimden hem de. başka bir kadının bavulları, başka bir kadının hayatını taşıdı. bir, iki ,üç saymadım bile. gitti gitti geldi. köpek sesleriyle onun nefes sesleri birbirine karıştı. uyuyakalmışım. dayanamadım. 


gözlerimi açtığımda yastığım yerine kollarını görmek beni hafifletiyor. iki oğlum var, balkonda oyun oynuyorlar. bu balkon için zamanında dünyanın en huzurlu yeri yazmıştım kara kapaklı defterime. incir ağacının dalları ayağı kırık tahta masamızın etrafına dolanıyor, geçen gece doğum günü pastamı çatallerken dalları ağzıma girecek diye gülüştüğümüzü hatırlıyorum. ne olduysa o gece olmadı ama benim gözüm de gönlüm de o geceden kalkamadı. sigarasını peş peşe yakan o adamın kalbi önümdeki kartlara serilmişti. kılıç kalbe mi dayanmıştı, kupalar mı devrilmişti, büyücü masayı mı dağıtmıştı hatırlamıyorum. bir bira, iki bira, üç bira, çöpleri siyah poşete atarken arkamdan sesleniyor; “dünyaları içsem bile senden daha sarhoş değilim” dalga geçiyor. gülümsüyorum. 


oğlum sokaktan geçerken arkasını yokluyor sık sık. “anne babamları geçelim hadi!” diyerek çekiştiriyor beni. hızlanıyoruz. arkada gülüşme sesleri, önden biz koşturuyoruz. minik elleri avucumda terledikçe sokak aşağı kalbim hızlanıyor. zamanında ağlayarak indiğim yokuşları şimdi kalbimden sızan ince bir gülümsemeyle inmek gözlerimi dolduruyor. koşuyoruz.


akşam için bir şeyler alıyoruz marketten. balık mı yapsam, kremalı tavuk mu, salataya mısır alalım, ali abi rakı yanında leblebi sever, çocuklara meyveli yoğurt. eve gelince odaya geçiyorum. ajandaların içinden o hiç tanımadığım kadının çocukluk vesikalığını buluyorum. gözlerim doluyor. bana ait olmayan bir hikayenin sonunu yıllarca içimden yazıp çizdiğimi düşünüyorum. ali abi’yi kınıfır’ın yanında hayal ettikçe içimde kuşlar kanat çırpıyor. 


sarı ışıklı mutfağımızda incesaz dinleyerek yemek yapıyoruz. bu hikayenin artık tamamlanması gerektiğini o da biliyor. omuzlarımdan tutup sarılıyor, titreyen ellerim susuyor bir anda. birkaç çatalla beraber artık masa hazırlanıyor. kapı çaldığında birbirimize bakıyoruz. artık o heyecanı beraber paylaşıyoruz. ali abi o şarkıdaki gibi. kınıfır küçüklük fotoğrafındaki gibi. iri gözleri şiirlerden çıkmış gibi bize bakıyor. sadece hikayesini dinlediğim ve yanımdan hiç ayırmadığım o kadını gerçekte görmek çok tuhaf hissettiriyor. rakılar dolarken herkesin gülüşme sesleri birbirine karışıyor. ali abi bağlamasını eline alıyor; eski günlerdeki gibi bağlamasına eşlik ediyorum. tellerin arasından mazi akıp gidiyor, vurduğum deri düm dedikçe kalbim zıplıyor. artık yarım kalan dümler teklerini buluyor. içerden fotoğrafı getirip kınıfıra veriyorum. sarılıyoruz. öyle büyük ki kolları, sarıldıkça bambaşka bir dünyaya gidiyorum. ikimiz de mutluluktan ağlıyoruz. ali abi yanımıza gelip emanetini cüzdanına koyuyor. parmaklarındaki yüzük gecenin en güzel haberi oluyor.


emaneti cüzdanlarda kalan bir aşkı hayallerde tamamlamanın sevinciyle o hepimizin yuvası olan trabzon’umuza gidiyoruz sabah. yıllarca bir o yana bir bu yana savuran bizi limanında buluşturuyor. çocukların sesi mavi kuşlara karışıyor. bir çift gözün içinde huzuru kokluyorum. arkadan sebahat abla’yı açıyoruz.


“ikisi de sahipsizdi

kimse bilmez neden bitti

kavuşmadan kaderleri

bu şarkı bitti”

21 Mart 2024 Perşembe

avuç


günlerden bir gün, birbirini çok seven bir aile varmış. çocukları pamuktan, aşkları şefkatle bağlıymış. adam kadına, kadın adama deliler gibi aşıkmış. bir akşam üstü adam halı saha maçına gitmek için hazırlanırken güzeller güzeli küçük kızı köşeye geçip içli içli ağlamaya başlamış. baba, kızının derdini anlamaya çalışmak için yanına sığınmış. küçük kız babasını özlemekten korktuğunu söylemiş. baba kızının gözlerine gülerek, içerden kırmızı bir kalem getirmiş. kızının saçlarını kulağına sıkıştırmış, avcunun içini ellerine alıp kırmızı bir kalp çizmiş. “beni ne zaman özlersen bu kalbi öp, ben hissederim.” demiş. küçük kız bebek ellerine bakıp avcunu öperek yollamış babasını.

şimdi soğuk duvarların ardında yaslanan senin sesinse; 
kıblemi çevirmişim ben yıllar önce. 

99 model beyaz mazda 626’nın içinde hiç bilmediğim bir yola çıkıyorum. yitip giden ne varsa benimle geliyor; hikaye aslında burda başlıyor. 

önce ayrılık hasreti’ndeki dostumun sesini unutuyorum, dağlardan geçiyorum, bembeyaz eteklerin altında gülüştüğümüz zamanlara artık gitmek istemiyorum. zamanında eteğime saplanan bıçağın acısını hâlâ kalbimde besliyorum. artık kalbimi de duyamıyorum. giden her şeyin bizim hikayemizde yuva kurmasına, yolların insanda bıraktığı yaralara, bir sürü ismi olan sigaralara, taşa gül ekmeye çalıştığım zamanlara şaşırıyorum. bir asker uğurlamasında hem gözlerim yaşlı hem ağır aksak sallanarak gülmek istiyorum. dayımın omuzlarına, annemin gözyaşlarına, dedemin hastane odasında beni kenara çekip “bu ağıdı kendime yazdım” deyip cebime ağıt sıkıştırmasına, dereleri taşan nehirlere ve hiç dinmeyen öfkeme dayanamıyorum. dervişlerin, erenlerin, abdalların ve çok bilmişlerin tesellilerinde bir yuva bulamıyorum. kamyon arkası sözlerin verdiği efkara kafa sallayıp kent direnç blu istiyorum. 

rüyamın içindeki upuzun saçlı kızın sol omzunda duran kocaman morluğuna merhem olmaya çalışıyorum. ne morluğu, ne kızı, ne merhemi tanıyorum. defterlerimi karıştırıyorum, yazılan yazılar, yaşanan anılar, geçen yıllar benden hiçbir şey götürmemiş. hangi taşa çarpsam, hangi dağ bana sırtını dönse ben oturup babama ağlamışım. şimdi geldiğim yola pişman ya da yaşananlardan yorgun değilim. küfrün inanca yakınlaştırdığına inananlardanım. 

sadece işte, üzülüyorum ve üzülmekte yetmiyor. babamı bir zamanlar severdim ama o duygu orda kaldı. şimdi içim boş teneke gibi. tıkır tıkır.  bazı duygular o anda kaldı ve hangi peygamber asasını vurup geri getirecek bilmiyorum. 

yıllarca onu yazmasam onsuzluğu yazdım, küçük kız hikayelerini, taşan nehirleri, kabarmayan kekleri bile ona bağladım. nereye gitsem gözümün içi güldü de, soluğumu onun kıyısına hiç yaslayamadım. artık dayanamıyorum. 

"kimin eli değmişse bir ayrılığa
tütecek sandığı ocak sönecek
bir daha hiç görünmeyecek o rüya."

şimdi dertleri bir nehir gibi akıp götüren sevgilinin omzuna yaslanıp, avcuna kırmızıdan bir kalp çizip, bu müzikle usul usul ağlamak istiyorum. 


 

9 Haziran 2023 Cuma

“şıp”


gözünü benden ayırdığında yere düşen damlanın “şıp” sesi hâlâ tezgahtan yankılanıyor.
gözlerim söndü. uykularımda yutkunamadığım dünya; sabah başıma taş çıkartıyor. azıcık ama hızla akan ırmağın suyuyla kocaman bir değirmeni döndürmeye çalışan paletler gibiyim; kenarlarım kırık içinde. 


iyi olmadığımı, içerisine zorla sokulduğum buhranları sen de dahil kimse bilmiyordu. yaz sıcağıydı ve fabrikalarda çalışmak çok acıtıyordu. çaresiz ama rahat hissettiğim zamanlardı. senin yanında dünya yoktu, kafam suskun, ellerim suskun, gözlerim akıp gidiyordu. ellerini, gözlerini, ikindi güneşinde alnını sevmelerimi, özlemden uyuyamadığım gecelerimi, kahkahalarımızı, benim salaklıklarımı, uykularımızı çok seviyordum. kapılar çok heyecanlıydı, sen geçiyordun. pencerelerde seni beklemek, gelirsen mutlu olmak vardı. her gidişinde şairleri anlıyordum. “ölmek daha kolaydı sevmekten.” seninle geçen huzurlu zamanları eve döner dönmez not ediyordum. dolaştığımız yolların tadını yokluyor, hiç kaybolmasın istiyordum. sonu hep güzel bitmeyen ama gerçekte beni iyileştiren hikayelerin gözlerimde ışıldıyordu. sana bakarken: “tüm bunlar keşke benim başıma gelseydi de, şimdi sen bana davullu, trampetli, mavili yeşilli çocuk hikayeleri anlatsaydın.”


tüm karşılaşmalarımıza razıydım, beni çok üzmene de. başka işim yoktu seni çok seviyordum. birini çok sevmenin her zaman ödenmesi gereken bir bedeli olduğunu, hayatın her ne olursa olsun bu bedeli ödetmekte ısrarcı olduğunu unutmuştum. cenazeye gelenlerin gözlerinde seni, aynadaki beni, sendeki beni hiç göremedim. ölümlerden sağ kalmamın en kötü yanı yine yanımda seni bulamamaktı. partlementler ve tütünler senden önce yoktular, sonra da hiç kalmadılar.


şimdi sırtımızı kumsala, ellerimizi yıldızlara uzatıp saçma hayaller kuracaktık. top oynayacaktık turuncudan, güneşi batırıp doğuracaktık. kebapçıda fotoğraf çektirip altına nazan öncel’den: “ayran içelim çöp şiş yiyelim/ yan yana fotoğraf çektirelim” yazacaktık. beraber büyümek istemiştim, yürümek ve yaşlanmak. çok basitti. her ne varsa işte hayata dair; gülmek ağlamak mutfakta bir şeyler pişirmek ve konuşmak. cipsi yemek. bize dair, yaşamak istedim seninle. biz ne istersek o olacaktı, sen bizi istemedin.


taşlı avludan çıkıp başladığım yere geri dönüyorum. tek başıma yaşadığım her şeye tek başıma üzülüyorum. kulaklarım artık duymuyor, içimin uğultusunu koynuma yatırıp kapılara küs uyuyorum.


bir kere yanınca yakadaki gül; insan içindeki mermiye üflemek istemiyor. 


artık yoruldum. gidiyorum. 



26 Ağustos 2021 Perşembe



zulmün altı üstü, azı çoğu, güçlüsü güçsüzü olmuyor. gecesi gündüzü, haklısı haksızı kanı hiç durmuyor.

dağların bile kabul etmediği derdi boynuma alıyorum. sırtını sıvazlıyorum, gözünü öpüyorum, dizimde sallıyorum, yüzüne tükürüyorum, arkamı dönüyorum, öpüyorum, saklıyorum onu. kurtulamıyorum. zamanında hatırası var diye sakladıklarımı şimdi aynı sebepten çöpe atıyorum. bir kadını kocasından kaçırıyorum. bavulunu hazırlıyorum, yıllanmış çeyizini, işlemeli yazmalarını, fotoğraflarını, fincan takımını hepsini ne varsa topluyorum kazımak ister gibi. hiç yaşanmamış gibi. hiç yaşanmasını istemememiş gibi. el değmemiş, doğurmamış, doğmamış gibi. sarılıyorum. öpüyorum onu. duvarlarında kabe fotoğrafı olan bir odada ikiz doğan bebeklerinden biri öldü diye sevinen o kadını dinliyorum. yokluktan bez bile örtemedim üstüne diyen kadının yanında ben oğlumu kaybettim diye hıç-kırarak ağlayamıyorum. yaşasaydı da üstüne kapansaydım diyemiyorum. 

şimdi hangi diyar belimi doğrultacak hangi iklim kapılardan girip huzuru dağıtacak, kaç kişi huzur bulacak, zulmün anlamını bilmeyen kaç çocuk doğacak da devran dönecek, hangi dergah kapılarını mazlumlara açacak, kaçacak olana- çare arayana- dermanı olmayana hangi diz kapaklanacak? sesi yetmeyene, sesi gitmeyene, sesi kimseye sarılamayana imran’ı kim anlatacak? yolu bilene, doğruyu bilene, yalnız ona inanana ve ondan gelecek olana baş verene kim sahip çıkacak? kalabalıkların içinde gözü bükük kalana, yalnız uyuyana, sızlayana, bakmaya kıyamayana kim kapısını kilitleyip huzurla uyuyacak? daha fazla ne kadar sessiz kalacak.

hepiniz görüyorsunuz ama hiçbiriniz ortak olmuyorsunuz. olmadınız. çare olmadığınız- yaktığınız mutluluklar size kocaman ev ferahlığı verdi mi bilmiyorum. durmuyorum susmuyorum her şeyi görüyorum koparmıyorum kopmuyorum. böyle yazılar yazmak istemiyorum. hayatı bir sokaktan geçerken hanımeli koklamak gibi bir şey sanmak istiyorum. hayatı hissetmek istiyorum. bir halaya durup ağır ağır çekmek istiyorum. üç ileriymiş bir geriymiş, davulun gümbürtüsüne, ayranın köpüklüsüne, akşamın serinliğine uzanmak istiyorum.


ben artık ne yazsam günaha giriyorum.


seni yazmamaya yemin ettim. sensizliği yazmaktan vazgeçemiyorum.



2 Şubat 2021 Salı

muhabbet yarası


arka koltuğunda koyun yünü serili bir arabaya biniyorum. nereye gideceğimi bilmeden, yıllarca aynı kimsesizlikle ellerimi birleştiriyorum. bozkırdan geçiyorum; sarılmış dağlardan, eteklerinden, bir meyvesi bile kimseye hayrı olmayan bahçelerden geçip gidiyorum. aynadan gözlerine bakıyorum. karanlık yer yataklarından, isimsiz mektuplarından, ölen annesinin ardından ağıt bile yakmayışından, başını annemin kucağına koyuşundan, koymaktan çok sığınmasından, kulaklarının soğukta kırmızı olmasından, kundurasından bile anlaşılan sevgisizliğinden, insan çocuğunu hiç mi sevmez deyişlerimden, bütün bunlardan, hepsinden sıyrılıp sadece gözlerine dalıyorum. yitip gitmek, yitmek, ezilmek, süzülmek, parçalanmak, ekşimek, düşmek, kanamak,  acışmak gözlerinde. ne güzel geliyor. gözlerim şimdi sanki çok ağlamışım gibi, kırpışmıyor. yanıyor.


 “oraya gidince herkesin eli öpülecek” diyor soğuk bir ses. 


sedirlerde oturan insanlara bakıyorum, oda limonla karışık konya şekeri kokuyor. sanki çocuk değilmişim gibi, sanki küçücük ellerim yokmuş gibi öyle büyük bir nefes alıyorum ki. herkesin elini öptüğüm o evden bir gün kovularak çıkacağımı biliyorum. çocukları gülmeyi unutmuş bir annenin ölümünü seyrediyorum. cenazelere gidiyorum sığınmak için. karşına geçip; biliyor musun, benim bu dilim bir tek sana sığındı demek istiyorum- diyemiyorum.


koyun yünündeki kana aldırmadan babamın gözlerini, annemin belini, dilimi alıp gidiyorum. 

13 Ekim 2020 Salı

bu yazı hiç yazılmadı

çaydanlığın içindeki su bitmiş. ocak nasıl kapanır bilmiyorum. kulpu yanıyor.

bir halat arıyorum. ya da bir silah. ayaklarımda çorap yok. çekmeceleri karıştırıyorum. beyaz bir atlet var üstümde. ince askılı. kenarlarında minik papatyalar. saçlarımda lastik tokalar. pembe, mor, mavi, yeşil, sarı. teyzem parmaklarıma oje sürmüş sabahından. babam görürse diye arkama saklıyorum. ellerimi kullanmadan sürüne sürüne silah arıyorum. ya da bir halat. aklıma çok sonradan geliyor atlamak. aşağı bakıyorum. saat dört. balkonun zemini canımı yakıyor. oysaki aylardan ağustos. ona kadar saymaya çalışıyorum. 

bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi.

ama yok. yedide takılı kalıyorum hep. rüzgar çok hafif esiyor. bebek saçlarım savruluyor. hiç öpülmediklerinden belki, arsızlar. tekrar ediyorum. son kez. kirpiklerim üşüyor.


bir, ki, üç, dört, beş, altı. 


kollarımdan alıyor beni, ellerim kucağına, başına, gözlerine, saçlarına değiyor. o derin bir ırmak, şelale. halat ya da bir silah. bebek saçlarım susmuş, rüzgar bizi dinliyor. gözlerim cam gibi, kırıldı kırılacak.biri gelip kollarımı kesse içinden diken çıkacak gibi, ama sarıyor onu, ellerimi boynuna koyuyor. burnumu ısıtıyorum boynunda. boynunu kessem şefkat akacak. öpuyorum onu.


yedi diyor.


yedi.



uyanıyorum. aradan on dört yıl geçmiş gibi üzülüyorum. 


arıyorum. bir halat. bir silah.


başıma gelenler 

zaten önceden bildiklerimdir


yedi yaşındaymışım gibi üzülüyorum. yedi yaşındaymışım gibi seviyorum.


20 Ağustos 2020 Perşembe

dut






yıllar önceydi, çocukluğumun geçtiği binada bir yaz akşamı kamelyada oturuyorduk. çocukluğun ve belki de yaz akşamlarının verdiği o yakıcı huzurla annemgilin yanından ayrılıp dut ağacımla konuşmaya gitmiştim. binanın önündeki ağacın üstünde oturup bir yandan dut yiyor, bir yandan da kaderi düşünüyordum. bu ağaçtan düşersem babam üzülür mü diyorum, ölürsem eğer annem çok ağlar mı, beni unutup kardeş yaparlar mı, şu ağaçtan düşersem eğer bana bir tokat atar mı babam, ölsem daha iyi. yıllarca o tokatın ıslattığı gözyaşlarının tadını unutamam. biliyorum.

bir ses. bir telaş. bir kan. bir gözyaşı.

bir motorun gelip dut ağacıma çarptığını, onun dallarını kırdığını, benim çok yüksekten hafif bir taş gibi düştüğümü, adamın kanlarını, benim göz yaşlarımı,  annemin çığlığını, ambulansın sesini, ölecek mi diye ağlayışlarımı, huzursuz kalabalığı, o gece kirli sepetinde babamın krem pantolonunun kıpkırmızı kan oluşunu, keşke benim kanım olsaydı deyişimi, ama hep içimden dediğimi, aylar sonra yakar top oynarken bir adamın gelip ağacıma yaslı motorunu aldığını, geçmiş olsun dutu verdiğimi, hiç gitmesini istemediğimi, bana şefkatle hoşçakal deyişini, bir yaz akşamı, yıllar geçmişken, elimde bendirle balkonda türkü söylerken, içimde yine aynı hislerle oyuk açtığını yazmak istedim.

gözyaşlarım şimdi babamın pantolonundaki kan gibi sıcak akıyor, biliyorum. dün bu balkonda yanımda dostlarım varken bir şey oldu. dut ağacından düştüm sanki.

bir ses. bir telaş. bir kan. bir gözyaşı.

balkona koştuk, yolun ortasında bir adam. çöp arabası yolun kenarına uçmuş. plastik şişeler, kartonlar, kağıtlar, her yerde. içim öyle küçüldü, öyle küçüldü ki nefes alamadım. kollarım küçüldü, ellerim kalbim gibi oldu. dut ağacından düştüğüm o geceye döndüm. tüm kanla yatan adamların üzüntüsünü aldım boynuma. oysaki biraz önce o masada bir sene sonraki kendimize mektup yazıyorduk. bir dakika sonraya çıkacağımız kesin değilken. artık hiçbir şeyin bana yük olmasını istemiyorum diyordum. kaderi biraz olsun unutabilmek adına.

ama işte, yine yine yine. yaram ben doğmadan önce de vardı, ben onu korumak için doğdum.
bu gece burak bu türküyü atmasaydı belki de bu yazının başına geçmeyecektim. bir ezgi beni nerelere götürdü.

şimdi saçlarım omuzlarımı aşıyor, dut ağacım benden uzakta değil ama öyle uzağız ki. beni artık dallarına almaz. sarılmaz bana. babam herkesi yerden kaldırır, kanlarını temizler. ama benim boynumu görmez. sesimi duymaz.


insan yek katre-i hunest ve hezar endişe, demişti şeyh sadi şirazi. öyle bir hal ki bu. beni kendime öyle hasret bıraktı ki.
içim küçüldü. dut gibi oldu içim.